13 Eylül 2015
Sabah çok güzel bir çalışma yaptık. Kaldığımız mekanın dört bir yanına dağıldık. Herkes kendine bir yer seçti ve hepimiz o mekanlara gidip seçen kişinin o an ne hissettiğini, nasıl ve neden o mekanı seçtiğini dinledik.
2015 yılı Türkiye’de Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelerde bombalar, ölümler ve maddi, manevi birçok kayıp ile geçti. Tüm bunların içinde var olmaya çalışan bizlerin hali çalkantılıydı. Çok duygusal anlar yaşandı. Bu topraklarda yaşananlara duyulan öfke, acı, üzüntü açığa çıktı ve en sonunda da her şeye rağmen yaşamın varlığına ve dönüşümüne olan inanç ve umut ifade buldu. Ebru’nun ‘Yaşam varsa umut var, umut varsa yaşam var.’’ sözlerinden sonra son konuşan Rüya oldu. Rüya, havuz kenarında ayaklarını suya sarkıtarak konuşurken, Defne Metin Gaykalak’ın “Suya Okunan Dua” adlı şiirini hatırladı. Sonra hep beraber havuza girip içimizdeki acıyı, öfkeyi suya bıraktık. Arınmak için topluca suyun şifasına sığındık. Fark ettik ki; bu inzivanın elementi su.
Nurcan’ın, Aida’nın, Milena’nın ve Lucine’nin seçtikleri mekanlar beni çok etkiledi.
Nurcan, bir ağacın yanında 3 yanı çevrili bir yer seçmişti. “Kendimi burada güvende hissediyorum.” dedi. Hakikaten de sanki orada saklanıyor gibiydi.
Aida bahçenin duvarının en tepesine tırmandı ve önüne çıkan engelleri her daim tırmanarak aştığını söyledi. Duvarın köşesinden yukarı doğru uzanan zarif bedeni ile o incecik sınırda öyle güzel görünüyordu ki Aida.
Milena bizi kapalı bir kapının önüne götürdü ve kendini şu aralar tıpkı bu kapı gibi kilitli hissettiğini söyledi. Nitekim sonradan ağlayarak açığa çıkan öfkesi ile kilitleri biraz gevşetti sanki ya da ben öyle hissettim.
Lucine bizi bahçenin ekili alanına götürdü. Ekip biçmek istediğini ama buna hiç zaman ayıramadığını söyledi. Benim de böyle bir hayalim olduğu için hoşuma gitti sanırım.
14 Eylül 2015
Şu an doğum sancıları çekiyoruz. Çok bunalıyorum ve sürekli toplantı yapma halinden sıkılıyorum. Uçucu, kaçıcı, spontan bir yapıdan daha sürdürülebilir ve sınırları belli bir yapıya geçiş yapmaya çalışıyoruz. Şimdiye kadar buluşmalarımızın gerçekleşmesi için fon bulmak, mekan ve içerik organizasyonunu gerçekleştirmek gibi işlerin sorumluluğunu ağırlıklı olarak Milena ile ben üstleniyorduk. Önümüzdeki süreçte sorumluluğun grubun diğer üyelerine de yayıldığı bir yapı kurabilmenin yollarını araştırıyoruz.
16 Eylül 2015
Defne inzivalar hakkında yapılan bilimsel bir araştırmaya göre 3. günün enerjinin en çok düştüğü gün olduğunu söyledi. O günlerde genelde yarım gün sessizlik ilan edilirmiş.
Bu inziva Beyond Borders’ın en zor inzivası. Hiçbir şey belli değil ve bu belirsizlik hepimizi çok yoruyor. Bütün gün toplantılarda geleceğe dair fikirlerimizi tartışarak geçiyor. Her şey çok soyut. Toplantılar esnasında şu sözleri not almışım.
Defne:
Grubun dürüstlüğü ve yapıcı eleştirisine çok müteşekkirim. Herkes çok iyi bir öğretmen bu grupta.
Hasmig:
Grubun saflığına şükrediyorum. Dürüstlük. Ne zaman su bulansa hemen filtreliyoruz.
Birbirimizin ve başkalarının hayatlarına dokunuyoruz ve bunu hatırlamalıyız. Başkalarına da yaymalıyız.
17 Eylül 2015
Rojekte şarkısını Türkiye’deki savaş hali başladığından beri her gün en az bir gün söylüyordum. Umut dolu bu şarkıyı söyleyerek, savaşta ölenlerin ruhunun bize ışık olmasını ve yol göstermesini dileyerek, onlar için helva kavurarak kendi çapımda hem kendimi nefretin zehrinden koruyordum – Pınar Selek’in deyimiyle dilimin acılaşmasına izin vermiyordum- hem de bir yandan çaresizliğimle baş ederken umudumu kaybetmemeye çabalıyordum. Bugün şarkıyı gruptaki diğer arkadaşlarımla paylaştım. Onlarla birlikte söylemek içimdeki umudu yeşertti.
18 Eylül 2015
Yazmak istediğim şeyler öyle birikti ki, kalemim su olsa da aksa istiyorum. Çok yoğun bir inzivadan geçip de geldim bugüne. Karmakarışık oldum, darmadağınım oldum, kaybolmuş hissettim kendimi. Yolumu bulur gibi oldum. Her şeyin başı sevgi, bunu çok daha iyi anladım. Aileme şükrettim, beni sevgiyle büyüttükleri için, her şeye rağmen bana ve etraflarına sevgi yaymaya devam ettikleri için. Tüm acılar tüm öfkeler tüm çaresizlikler… Hepsinin ötesine geçebilmenin tek yolu sevgi, koşulsuz sevgi ve saygı. Hem kendine, hem başkalarına karşı sürekli sevgi kaynaklarını beslemek, yenilemek gerekiyor.
Hasmig ne kadar güzel söyledi, “Bu grup benim için saflığı ifade ediyor.” diye. “Saflığı, duruluğu…Su bulansa da hemen filtreden geçiyoruz ve yine saf suya kavuşuyoruz.” dedi Hasmig. Gerçekten de bizi, halimizi anlatmak için çok güzel bir metafor.
Yazamadıklarımı kağıda aktaramadıklarımı hatırlamaya, hazmetmeye ve şekillendirme biçimlendirmeye ihtiyacım var. Çemberin gücüne inanıyorum, sevginin ışıltısına inanıyorum.
Kendimi uykunun şifalı ellerine bırakmak istiyorum.
19 Eylül 2015
Kamp Armen, İstanbul’un Tuzla ilçesinde Anadolu’dan gelen yoksul ve kimsesiz Ermeni çocukların barınması ve eğitim görmesi için kurulmuş bir yetimhane. Ermeni gazeteci Hrant Dink’in de içinde bulunduğu birçok insana yuva olmuş bu mekana devlet tarafından el konulup, hakkında yıkım kararı çıkarıldı. Bir süredir Kamp Armen, mekanın kolektif ruhuna sahip çıkmak isteyen gönüllülerin direniş alanı haline geldi. Gönüllüler mekanın yıkılmaması için orayı bir yaşam ve sanat alanına çevirmeye çalışıyor. Biz de Kamp Armen direnişini desteklemek amacıyla bu seneki performansımızı Kamp Armen’de yapma kararı aldık.
Performanstan ziyade gönülden bir paylaşım olacaktı bu seneki buluşmamızın ürünü. Hep beraber Kürtçe Rojekte şarkısını söylemeyi ve Ermeni şair Sharanik’in şiirinin okunmasını planlanmıştık. Ancak Kamp Armen’den içeri girer girmez, Ermeni arkadaşlarımız ‘’Bu mekanda mutlaka Ermenice şarkı da söylemeliyiz. Ermenice bir melodinin de mekanda yankılanması gerek.’’ dediler. Onların içine doğan bu ihtiyaç, aslında tüm toplumun ihtiyacıydı. Tıpkı benim ihtiyacımın, yani Kürtçe şarkı öğrenmek ve söylemenin, grubun ihtiyacına denk gelmesi gibi.
Büyükada’daki bir haftalık inziva boyunca biz Kürtçe ve Ermenice şarkıları ruhumuzdaki öfke ve çaresizlikten bizi arındırsınlar diye söyledik. Kamp Armen’e gittiğimizde ise bu topraklarda nefes alınmasına izin verilmeyen dillere ses olmak için söyledik aynı şarkıları. Ermeni ve Türkiyeli kadınlar olarak biraradalığımızı kutlamak, ortak direnişimizi başkalarıyla paylaşmak için söyledik.
‘’Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi.” çaresizliğinden, “Be xem be şer melad azad rojek te” yani “Gamsız tasasız özgür ülkenin günleri gelecek.” sözlerini tekrarlayarak çıktık. Bir yandan da Ermeni şair Shamanik’in “Yaşamak İstiyorum” adlı şiirinden şu mısraları pelesenk ettik dilimize: “Yaşamak istiyorum, sevmek istiyorum, eylemek istiyorum, beslenmek istiyorum, mücadele etmek istiyorum.”
20 Eylül 2015
Türkiye’nin bu topraklardaki yıkımı, yok edişi, zorla unutturmayı yok sayışı ve yok saymanın hissettirdiği nefreti ve öfkeyi temizlemesi, şifalanması öyle zaruri ki… Yeniden kirlenmesine, yeniden unutturulmasına izin vermeden, bir yandan da kendi içindeki kirlenmeyi, öfkeyi nefreti soğutmalı her birey.
Türkiye’de su öyle kolay bulanıyor ki, hep filtrelemek gerekiyor, hem kişisel ilişkilerimizde hem de toplumsal ilişkilerimizde. Bu toprakların çok yoğun bir acı ile yorulmuş olmasından mı kaynaklanıyor bu acaba? Geçmişle yüzleşme, geçmişten ders alma düsturunun gelişmemiş, tecrübe edilmemiş olmasından mı kaynaklanıyor yoksa? Belki her ikisi de, bilemiyorum. Ama şurası kesin ki, su çok çabuk bulanıyor. Belki başka yerlerde de böyledir, ben sonuçta hep Türkiye’de yaşadım, dünyanın diğer yerlerine misafir oldum sadece. Bilemiyorum o yüzden Türkiye’ye has bir durum var mı yok mu diye. Ama acının, ölümün yoğunluğunu hissediyorum.
İnsan öfkenin, nefretin kendisini zehirlemesine izin vermemek için acı çekiyor ve acısını sevgiye dönüştürüyor. Ya da zehirlenmeyi tercih edip etrafını da zehirlemeye başlıyor. Öfke ve nefret de, sevgi ve aşk da bulaşıcı. Bu hayatta hangisine bulaştığın ve hangisini etrafına bulaştırdığın da herkesin kendi iradi seçimine bağlı. Victor Frankl haklı, toplama kampında bile nasıl nefes alacağını kendin seçiyorsun.
Kamp Armen’in duvarlarından birinde grafiti sanatı ile yazılmış olan “Çöpünü bırakma, sevgini bırak.” sözü tam da bu nedenle çarptı beni. Çünkü hem etrafını kirletme, temiz tut diyor, hem de metaforik olarak içindeki öfke, nefret, kıskançlık duygularını etrafa yayma demek istiyor bence. Zira sevgiyi bırakabilmek, içindeki sevgiyi açığa çıkarmak, etrafa yayabilmek için kendini temizlemiş olman gerekir. İçinin acılaşmasına izin vermemen, içindeki öfke, nefreti kimseye ve kendine zarar vermeden yaratıcı başka bir enerji formuna dönüştürmüş olman gerek. Hem kirletme, hem de temizlemeye, arıtmaya devam et…
Su metaforu zihnimi açtı bu inziva esnasında. Tevekkelli değil bu inzivanın esas elementinin su olduğuna karar vermemiz. Milena’nın şiirinde beni suya benzetmesi de tesadüf olmasa gerek. Gürül gürül çağlayan bir nehir gibi hissediyorum kendimi.
Suyun yolunu bulabilmesi için akması gerek, akıp yeni toprakların, yatakların üzerinden geçmesi, tüm doğa örüntüsünden beslenmesi gerek. Yolunu bulamayan su bir yerlerde tıkanıyor, birikiyor, göl oluyor. Gölde de yeni bir habitat oluşuyor ama su kendini temizleyemiyor. O yüzden suya yol açmak gerek. Bazen bir süre durmak iyi gelebilir, ama çok beklemeden akmaya devam etmek gerek. Ve su nereden akıyorsa hangi toprakla besleniyorsa, suyun o topraktan kendini en çok besleyen mineralleri yapısına katmayı bilmesi gerek, o zaman kendini sürekli filtreleyip temizleyebilir. Çünkü sadece akmak yetmez, etrafını beslemek için yatağını da geliştirmeli, derinleştirmeli nehir.
Kamp Armen’deki paylaşım öncesi mekanın üst katındaki teras bölümünde grup üyeleri olarak toplandık ve paylaşım esnasında mekanı nasıl kullanacağımızı belirlemeye çalıştık. ‘’Paylaşım çemberini alttaki kafeteryada bitirelim.’’ Aşağı indiğimizde kafeteryanın, yani eskiden çocukların beslendiği yerin, altında bir su sarnıcı olduğunu öğrendik. İşte o zaman dedim ki içimden: ‘’Hayatta tesadüf yok. Bir hafta önce havuz başında suya okunmaya başlanan dua, Kamp Armen’de su sarnıcının üzerinde okunan duayla tamamlanacak.’’ Hakikaten de paylaşım sonrası hafifledik sanki. Kamp Armen’e adım attığımızdan beri hepimizi sarmalayan o ağır halden suya dua ederek arındık. Tabi direniş devam ediyor, ölümler devam ediyor. Ama hayat da devam ediyor ve hayat varsa umut var ve umut varsa hayat var…
21 Eylül 2015
Büyükada’daki buluşmamızın suyun içinde arınma isteğiyle, arzuyla başlaması ve tüm hafta boyunca sürdürülebilir ortak bir yaşam mücadelesinin yaratıcı imkanlarını aramamız beni çok mutlu etti, geleceğe dair umudumu arttırdı, güçlendirdi. Her ne kadar çoğunlukla tartışmalar yapıp, bundan sonra grubun yapılanması nasıl olacak ve herkes bu yapının içinde ne şekilde yer almak istiyor üzerine uzun süren konuşmalar gerçekleştirmiş olsak da, yaratıcı bakışımızı her daim hatırladık ve dünyanın dertlerine el atmadan önce kendi içimizdeki dertleri çözmeye öncelik verdik. Birbirimizi dinlemenin ve anlamaya çalışmanın, duygularımızı saklamadan gönülden muhabbetin bizim birarada varoluşumuzun olmazsa olmaz koşulu olduğunu idrak ettik. Hepimiz farklı biçimlerde ve farklı seviyelerde de olsa insana aşkın bir kaynaktan beslenme ihtiyacında ortaklaştığımız için hafta boyunca yaptığımız ritüeller her bireyin öfkesinin, çaresizliğinin bir nebze de olsa hafiflemesine, sağaltılmasına imkan sağladı. Bir araya geldiğimizde ortaya çıkan dayanışma enerjisinden yaratıcı bir ruh oluştu. Diğer buluşmalarımızda ortaya çıkan yaratıcı ruhlardan farklı olarak bu ruh, performatif nitelikte olmayan bir ruhtu.
Kamp Armen’deki paylaşımımızdan sonra katılımcılardan biri bana sordu: “Bu neydi şimdi?”
Ben de ona aynı soruyu yönelttim, “Sizce neydi?” ‘’Ayin gibiydi.’’ dedi. ‘’Evet, kendi bildiğimiz yöntemlerle dua ettik. Suya okunan bir duaydı bu.’’ dedim.
22 Eylül 2015
Hem Büyükada’da Bienal’in bir parçası olan denizin içindeki heykellerle olan etkileşimimiz esnasında hem de Kamp Armen’deki ayinvari paylaşımımızda hepimiz beyaz giyindik. Beyaz giyinmek; arınma sürecimizin ve barış özlemimizin bir simgesiydi sanki.
Defne’nin Tayland’da katıldığı meditasyon inzivalarında herkesten beyaz giymeleri istenirmiş. Beyaz renk lekeyi görünür kıldığından yemek yerken, dağda yürürken üzerini kirletmemeye özen göstermen talep edilirmiş. Böylelikle katılımcılar inziva boyunca gündelik hayatının her sürecine özen gösterirmiş. Biz bütün hafta beyaz giymedik ama tüm süreç boyunca ruhen kendimizi kirletmemeye özen gösterdik. O nedenle paylaşımlarımız esnasında da beyazlar içinde olmamız anlamlıydı.
Kamp Armen’deki paylaşım sırasında ayini yönetenler olarak diğer katılımcılardan daha farklı bir formda olmamız ama bir yandan da katılımcıların içinde erimeye çalışmamız da etkileyiciydi bence. Tüm bunlar önceden hesaplanan süreçler değildi. Sadece sezgilerimizin ve duygularımızın sesine kulak verdik. Kendimizi akışa bıraktık. Ama bir yandan da ortamın ihtiyaçlarını gözlemlemeye ve ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap veren bir atmosfer kurmaya çalıştık.
Kamp Armen deneyimi hakkında diğer grup üyelerinin söyledikleri:
Tuba:
Herkesi içine aldı bizim aramızdaki iletişim. Grubun ciddi bir enerjisi olduğunu hissettim. Bittiği anda ağlamaya başladım.
Milena:
Mekanın içindeki korkuyu hissettim. Ardından aramızdaki gücü hissettim. Güçlü olalım ve bunu paylaşalım.
Hasming:
Kürtlerin sadece Kürtçe konuştuğu için öldürüldü bir ülkede, bu şarkıyı Ermeni ve Türkiyeli kadınlarla söylemek çok anlamlıydı.